12/30/2012


Öyle seviyor ki susmayı,

sözcükleri öyle seviyor ki,

lambasız kalabilir geceleri,

kışı uykusuz geçirebilir.


Esrikliğin

değişen yoğunluğu onun için her mevsim,

rüzgârlar

yoğunluğun dalga dalga esrikliği.


Derken gemiler yanaşıyor

çok yorgun bir fırtınadan

bağrının rıhtımına-

sürgünden dönenlerle yeniden

yaşamak doludizgin.


Cevat ÇAPAN

3/23/2012

olur muydu?

İnsan o kadar hızlı çoğaldı ki, iyi bir şey kalmadı geriye, belki de bunun sonucuydu Tanrı. İyi şeyler bölüştürüldükçe azalır, uzağa itilir ve kutsallaşır.Keşke küçümseseydi de kendini,kendine üstün demeseydi, o zaman tanrı küçülür, İnsan büyürdü.




3/05/2012

Sarı Zamanlar

Yine o gar lokantası ve yine fıçı biraları devirdiğimiz masa. Yine karşımdasın. Fazla mı içtim, uyuştum çünkü. Seni dinlerken hep oluyor aslında bu.
Yine O’nu anlatıyorsun, ne muhteşem bir kadın olduğunu, ne şirret olduğunu, ne kadar uyumsuz ya da uyumlu olduğunuzu. Hem de uzun uzun ve sadece ondan…
Bak trenler geçiyor ve arkadaşın radyodan bir şarkı ısmarlıyor sana. Getirdiğin çiçekler yüklendikleri anlamlarını kuruttu ve ben onları yine bugün çöpe atmaya karar verdim.
Akşamın sarı ışıkları ne güzel vuruyor pencereden yüzüne, yüzüme. O parlaklığın içinde boğulmalıyız ve boğulduk da. Bir rüyanın parlaklığı bu ve gar lokantaları bu yüzden bana hep sarıyı hatırlatır. Yutan, kendiyle bürüyen, karışan bir renk. Beni karıştırdığın gibi…
Kimse bir monologtan bu kadar dualist bir hikaye çıkaramaz belki de. Dışarda bir kedin var ve biz onun besin diyetinden konuşuyoruz. Belki de o bir kaldırım, ikimizin bastığı tek ortak nokta. Belki de yok aslında. Sırf konuşabimek için uyduruyoruz. Şarkılar onu anımsatsa bile…
Yıllar sonra yine sarı bir gün, erkeksiliğiyle beni yadırgayan gar lokantası ve izbe meyhane kokusu. Tuhaf bir kaza bu, bacaklarını aldığı gibi o kadını da almış senden ve sözcüklerin içimde bastıramadığım, genzime kadar gelen bir acıma duygusu uyandırıyor.
-Seninle konuşurken acıdığımı görme sakın.
Gülümsüyorsun.
-1 Mayıs’ta Ankara’da olacak mıyız?
Kaçamak bir cevap vermem gerek, veremiyorum, biliyorsun.
-Sen diyorsun, hiç biz olmadın ki. Yine susturamadığın eleştirilerinin stop lambaları.
Bu defa pembe bir pastane. Aydınlığına şaşırıyorum yüzünün, iki bacak almış ama sükunet vermiş hayat, ne garip. Bu defa bitti, diyorsun. Ne hoş diyorum, bir hastalıktan kurtulmanın müjdesi. Bazen sevmek sadece hastalıklarını gösteren bir semptom, teşhis kolay ama bir resmi ancak uzaklaşınca görürsün, gördün ama çok geç. Geç kalmış bir bakış yanıp sönüveriyor ve ben yakalamamak için gözlerimi kaçırıyorum.
Şimdiyse boşa harcanan zamanına ve belaların kazançlarına dalıyorsun. Ne çok konuşuyorsun, ne çok…
Yıllar sonra ilk kez bana babanı anlatıyorsun. Seni, sizi bırakıp gittiğini ve şimdi döndüğünü. Döndüğünde mi hatırlanır giden? Anlatılacak en ilginç hikayeler hep en sona saklanır demek. Sansürlerini okuduğumu bilmeden devirdin zamanları, biralarımız gibi. Erdemse işte bu devrilen zamanların eseri.
Gülümsüyorum. Gülünecek ne var deyip kızıyorsun ya, yine gülümsüyorum. Ellerinden yakalayıp acınmayı ne çok seviyorsun, konuşacak güzel şeyler yok mu, diyorum. Acındırınca sevilmezsin ki, hep mi böyleydin, ben neden göremedim? Çok konuşuyorsun ve ben artık yoruldum.
Acımtrak bir türk filmi sonu olmalı bu, dediğimde gülümsemem, hatta kahkaha atmam şart oluyor, elimde değil. Sarı seni hatırlatacak ve emin ol renklerin en kalıcısı ayrılık.