Her insan kendi öykücüsüdür...Anlatıcı kendi önsözünü yazar yaşarken...Hikayesine giriş cümlesi kuran bir kadındı bahsettiğim. o konuşurken, öyle ya hepimiz kendi küçük hikayemizi yazar gibi yaşıyorduk, dedim içimden. O bunun bilincindeydi ve kendini afili giriş cümleleri kurarken yakalıyordu. Gülerek, "evet bu uygun bir hikaye başlangıcı olur" diyordu.
Bense onu dinlerken gözlerindeki hüzne takılı kalmış hissediyordum kendimi...Ansızın çakıp sönen gri, buğulu bir gölge vardı bakışlarında. Kimseye kendi hikayesini tam olarak anlattı mı bilmiyorum. Gölge bana hikâyeyi fısıldıyordu, insanlardan ne kadar çok ürktüğünü söylüyordu kaçırdığı bakışları ve ben mimiklerini yakalayabilmek, fısıltıları duyabilmek için daha çok susuyordum. Kurduğu o merak uyandırıcı girişlerin tümü asıl hikayeyi gizliyordu. "Gizlenmenin en iyi yolu fazla görünmektir".
Çoğu insan suskunluğun değerini anlayamaz. Susarak anlayabilecekleriniz, konuşarak kendinizi tekrar etmenizle kıyaslanamaz. Ama çoğumuz konuşmayı böyle görmeyiz. Yaşadığımız olayları sözcüklerle tekrar etmenin tek faydası, kendi varlığımızı hatırlatmak olabilir. Tadı yavan, derinliksiz ve üzerinden tekrar tekrar geçilmiş bir ezber. Hatırlanmaya değecek varlık tekrarlanmamalı...
Evet, o hüzne geri dönelim...Kendi içine sarmalanmış kabuğunda, helezonlarında saklanmış ve onlara düğümlenmiş hüzünler...Deşifre edilmenin korkusu...Birinin içine bakma alışkanlığınız varsa bu korku kaçınılmaz. Sözcüklerle anlatmak istediğimiz ama anlatamadığımız ortaklığımızdı bu."İçime ne zaman biraz fazla baksam yükseklik korkum depreşir."
Biz giriş cümleleri beğene duralım, beklediğimiz asansörün kapısı açılıverdi. Hikâyemizin renklendiricisi orta yaşını geçmiş, fazlasıyla nezaketli adam, hafiflemiş ses tonuyla asansör kapısının arkadaşımın üstüne kapanarak onu ezmeye çalışmasını normalleştiriyordu. Asansör çıkış yönümüzün aksine aşağı inip küçük bir çocuk aldı. Üst katta durdu ve çocuğu selamlayan birkaç kadın yolcu aldı. Kendi kendine söylenen bir hanımefendi de ekleniverdi aniden. Bu sırada nazik bey asansörün yavaşlığından, (yine o durumu hafifleten sesiyle) bahsediyordu. Her inip binenin konuşmaları, önce gözlerle buluşup onaylanıyordu. "İnsanlar dinlenilmeyi özlemiş olmalı". Asansörde samimi küçük bir aile olmuştuk. Bu koca kentte insanların birbiriyle bu denli ilgilendiğini görmek zordur. Kendi içinde kapalı, sabit kişiler ve ilişkiler üzerine kurulu bir mekân olmalıydı bu bina...Bir kentte ancak kendinizi böyle koruyabilirsiniz. Kent içi köylü bir yaşam korunaklıdır...Asansör bizi hemen kuruluveren küçük aile ortamına nezaketli ses tonları, anlayışlı bakışlar ve ortamı anlatan, alıştırıcı sözlerle kabulleniyordu ki inmemiz gereken kata çıkıverdik...
Prosedür dünyasının tipik insanları, örümcekler gibidir. Ağlarını kurarlar ve tuzaklarına düşecek avları üzerinden neşesiz dünyalarını renklendirirler. Öğretmenler her şeyi bilir edalarla konuşarak yapar bunu, masa başı memurları iş dışı telefon konuşmalarıyla ya da uzayan işlem aksilikleri numaralarıyla, üst düzey yöneticiler bekleyeni algılamamakla...Şakaklarından gevşekçe bağlanmış at kuyruğuna doğru uzanan gri telleriyle vakur bir hava içinde oturuyordu kadın. Aklıma "Otuz Yaşındaki Kadın" geldi. Boşalmış diğer masalar öğle vakti yemeğe giden diğer çalışanları işaret ediyordu. O ise bizi yanına çağırdı. Olmayacak bir vakitti, o bunu pek umursamıyordu. Muntazam kıyafetiyle işinden hiç kaytarmadığını söylüyordu, sıkılmıştı burada yalnız oturmaktan...Hem yarım saatlik bir işti..."Yeterince uzun değil miydi" dedim içimden. Hep hikâyeleri okumaya çalışmaktan gözlerimin baktığı yerleri sınırlamaya çalışıyorum. Eski moda kalın topuklular, klasik, Fransız duygular...Eteğin önünde gizli bir yırtmaç, sırf derinlik olsun diye...Ne zaman, kimde kaybettin yaşamı...Kuralları hafifsemek bir şeylerin değer kaybettiğine işarettir. Yaşam müthiş bir boşluğa sürüklenmiştir...Çok büyük sorular gereksizleştirmiştir varlığı...Yaşama tutkusu varlığı meta haline getirir. O meta parlatıldıkça iştahlanır, albenisi için yapmayacağı şey yoktur böylelerinin. Ama bu çok değerli bir görüntüydü...Acının verdiği bir derinlikti bu. Yeterince kaybettiğinizi düşündüğünüzde, geri gelmeyeceğini bildiğiniz şeyler için birgün yas tutmayı bırakırsınız. Ama öyle kalırsınız, ne geri, ne ileri. Hesapsızlaşırsınız...Nazikçe oturmamızı isteyen o nazik kadın, özel hiçbir soru sormadan işini yaparken, bana garip yakınlığına rağmen, kendi kendine küçük fısıltılarla tekrarladığı iş adımlarıyla çok uzaklarda olduğunu söyledi. Biz de onun gibi bu korunaklı binanın bir parçası olmuştuk. Pencereden yansıyan sarımsı öğle ışığı odada samimiyet yaratan bitkilerden yansıyıp bizi de, o sahiplenen, güvenli, korunaklı, zararsız işin bir parçası haline getirmişti. Böyle mutluydum...O böyle mutluydu...