4/13/2013

kendime yolculuk

Oturup bir kafeye yenilenir gibi Tezer Özlü okudum yine. Uzun süre unuttuğum kendime geri dönüş...Yalnızlığa yakın olmanın soğuğu öyle bir esiyor ki kitaptan, başkası için korkutucu olan o devi, canavarı uyandırmaktan korkmayan benim gibi biri için kendini hatırlamak, kendine geri dönüş umudun kendisi.

Sonra etkilerini hissetmeye başladım; kendimi insanları izlerken yakaladım, yanıbaşımda sorular sorup cevaplar bekleyen biri varken hem de. Sonra göçebe yaşamımı, aidiyetsizliğimi, yeni taşındığım şehri, yeni işimi, yabancılığımı sevmenin rüzgarını duydum yüzümde birden...Belki de ona sürükleyen şey tam da buydu. Bu dünyada hiçbir yaşam bize ait değildi, biz hiçbir şeyin parçası olamayacak kadar yaşamı ciddiye alan ciddiyetsiz insanlardık.

Onun, Pavese'nin, Kafka'nın izini sürmesi gibi benim de içimde aynı izci duygular kabardı. Ama onun doğası gereği bu, dolaştığı, yaşadığı yerlerde solumakla değil, yaşamın kendisiyle mümkün; düşüncelerle, duygularla...Düşüncelerin izini sürmek, derine, daha derine inmekle...

İçinde kaybolduğum için güzelleşen, sokaklarını arşınladığım yabancı kentte, girdiğim kitapçıda elimin ona uzanması şans mıydı? Kendimde kaybolmayı o küçük kasabada mı unuttum? Kendimde kayboldukça yabancılığımı hissetmelerinden ürktüğümden mi? Aralarına karışmak için taşıdığım maskelerin düşüşü kaybolabilme özgürlüğümden mi? Yalnızlık kendine yolculuğu uzatır. Kimi zaman korkutucu bir aynadır, kimi zaman bir keşif...

Bana monoton yaşamımı hobilerle renklendirmemi salık veren insanların söylediklerini düşündükçe, bu nasıl bir hırs diyesim geliyor. Varlığımın kendisinin bir lüks oluşu yeterli değil miydi? Aranızda kalmayı becerebilmem, benim standartlarımda üstün bir yetenek. İzleyiciler ve alkış. Hayatımız alkışlanmak için uydurulmuş bir vodvil gibi. Daha daha daha...Bunlar yetmedi bana, bak bunu da bunu da başardım. İşte ödüllerim. Koca, çocuk, bak bana ne kadar da benziyor. Alkış. Bak bu işten sıkılıp şunu da kotardım. Alkış. Yeni arabam, evim de şahane.

Onun gibi ben de hikayesini anlatabileceğim kişilerin peşinden mi sürükleniyorum? Bana ait hissettiğim yazarların, bana ait olmayan insanlarla karikatürleştirdiğim yaşamım...Bir çay daha...Yan masada felsefe öğrencisi oldukları kullandıkları sözcüklerden belli bir grup var. Anlayışlı bir gülümsemeyle yan masadaki çocuk masamdaki şekere uzanıyor, irkiliyorum haliyle. Kitap okuyan kadın çekiciliği diye bir şey var, anlıyorum bakışından. Yanlızlıktan ne kadar da ürken bir toplumuz öyle. Kendi başına yaşayan insan görüntüsü çizmem, hep ürkünç gelmiştir başkalrına. Özellikle de konuştuğum kadınların gözlerinde hep aynı korku parıltısı şavkıyıverir. İnsanlar neden kendilerinden bu kadar korkar?

Kendi kendimize yüklediğimiz bir yükmüş yaşam. Cesaretli olduğum için suçlu muyum, diye sık sık sorarım kendime. Başkaları gibi hayatımda bir aile olabilirdi, sırtımı başkalarının bana yüklediği sorumluluklara dayayabilir, yaşadığımı sanarak da yaşayabilirdim. En azından o sorumluluklar içimdeki sesleri bir nebze susturabilirdi. Böyle denemeler yaptığım, kendim olmayı unuttuğum bu tür tüm denemelerimde kazanan tataf ben oldu. O kadar güçlü ki onu susturabilmenin bir yolu yok.O ufacık bir çocukken bile bir fotoğraf karesine eli belinde, dağları yaratan özgüveniyle sığmış bir bendi. O beni taşıdığım her anı hatırlıyorum ve kendimden başkasını sevmediğimi itiraf ediyorum. Egoistçe değil ama farkında olarak, her yaptığımı bilmenin verdiği sevmek bu. Kendimi o kadar iyi tanıyorum ki, bu bazen müneccim gibi hissetmeme neden oluyor. Kendimden çıkarak başkalarını tanıyorum, kategorilere ayırıyorum ve en sonunda da tanıdıklıklarından, farksızlıklarından içim bulanıyor. Kendine yolculuk ne uzun.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder