12/11/2013

Küçük İskender-Gemi

çatlamış bir alın kemiği
gibi duruyor limanda gri gemi,

yağmur, hüviyetini kaybetmiş potansiyel suçlu
rüzgârın kimsesi yok tabiattan başka
zanlıyım, kendimce haklıyım, bu kış ellerime
eksi sonsuz uçlu
upuzun kapalı müzelerin
hep bir çığlıkla hareketlenecek heykellerinin
mermer bronz karışımı
soğuk beyaz karışımı
aldatıcı göz bebeksiz bakışları bulaştı, evet, evet, harika,
sis çoktan ulaştı denizin sinirlerini bozan
geç dalgasının korku tabirlerine,

baudelaire aldım yanıma okurum diye
felsefe ağaç olsa hangi meyveyi verirdi ve
onu anlarım belki, onunla avunurum, hevesiyle;
şimdilik
gecenin esrara
sevgilinin ihanete aç teşekkül mertebesinde
belki gemide, belki de sessizliğin güvertesinde
bir takım adamlar gülüşüyor
bir takım adamlar yalan yanlış örgütleniyor
halka ait bir manayı hayasızca aralarında bölüşüyor
hayır, yere düşmüş yalnız bir biletin önünde;

aslında tedirgin ve sıkılganlar
aslında cahil ve saldırganlar
herkes kadar bir gemiye binip gitmekle
şiddetin kendisiyle uzlaşmakla
uzaklaşmakla
uzaklaşmanın hayat paydasıyla çatışmaktalar..
evet,
çocukken aynı sınavda çözemedikleri tek soruyla
o tek sorunun cevabıyla boğuşmaktalar: onca
ağırlığına rağmen neden batmaz bir gemi
her gemi batmak için son bir yolcu mu bekler..
son yolcunun darmadağın beyni, kalbi mi
indirecektir şalteri; gemi
öyle mi çakılıcaktır içeri, hayır, örneğin, gerisin geri,
toprağın da olsa kaldırma kuvveti
öyle kolay gömülemezdi hiçbir ölü, hiçbir hüzün neferi;
toprak
iterdi, tutardı, çırpınırdı
istemezdi gövdesine bir şeyin ansızın girmesini;
gemi
çatlamış bir alın kemiği
gibi duruyor limanda gri;
toprak da duruyor
zaman da, adamlar da.. önemli bir aşk şaheseri
edasıyla çözülüyorum iskeletimden
etlerimle uçuşuyoruz yapışmak üzere
bir başka iskeletten ufka açılan
yeni
varoluştan oluşmuş hallerden hallere seviyeli;

belki de çok oldu gemi limandan ayrılalı ve gideli;
başlamış bir yolculuğun arkasından karada yazılan seyir defteri
tarih mi demeli buna, günce mi daha doğru, bellek mi,
hoş, ben ellerimi hep yıpranmış çımalara benzetirim
parmaklarım salkım salkım çımadan sarkar sarkar sarkar
kaç gemiyi bağlamak için limana fırlatılmış ellerim
çımacılar mı hain, eldivenler mi kaygan, deneyimler mi uğultulu,
ufukta kaybolmaya yüz tutmuş bu büyük yüzen sedyeye
kimi zaman mabet mi demeli, nazar mı demeli, büyü mü demeli

çatlamış bir alın kemiği
gibi kafatasımdan beynime doğru yürüyor gemi;
ya çok bildik aynı bir sima var dümende, kazan dairesinde, radarda
ya da
kıyıdayız, hayaller kurarken ölüme dair, erdeme dair; anlıyoruz:
terk edildik,
diğerlerini kurtarırken telaşla o,
tufanda, biz geride bırakılanlar, anlıyoruz,

meğer nuh, asla sevmemiş hiçbirimizi.

8/10/2013

Yalnızlık-Bukowski


çok fazla
çok az
ya da çok geç

çok şişman...
çok zayıf
ya da çok kötü

kahkaha
ya da gözyaşı
ya da kusursuz
kayıtsızlık

nefret edenler
sevenler

ellerindeki şarap şişelerini sallayarak
önlerine çıkanları süngüleyip
kadınların ırzına geçen ordular

ya da ucuz bir pansiyon odasında
Marilyn Monroe'nun fotoğrafıyla yaşayan bir ihtiyar

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu saatin kollarının ağır hareketlerinde
bile görebilirsiniz.

o denli büyük ki dünyadaki yalnızlık
onu Vegas'ta, Baltimore'da ya da Münih'te
yanıp sönen neon ışıklarında görebilirsiniz.

insanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.

yeni hükümetlere ihtiyacımız yok
yeni devrimlere ihtiyacımız yok
yeni kadınlara ihtiyacımız yok
yeni yollara ihtiyacımız yok
şevkate ihtiyacımız var.

müşfik davranmıyoruz
birbirimize.
müşfik davranmıyoruz.

korkuyoruz.
nefretin gücü simgelediğini
sanıyoruz.
cezalandırmanın
sevgi olduğunu.

daha az sahte bir eğitim bize gereken
daha az kural
daha az polis
ve daha iyi öğretmenler.

bir odada
bir başına acı çeken
öpülmemiş
dokunulmamış
bir başına bitki sulayan
olsa da çalmayacak
bir telefondan yoksun
insanın dehşetini unutuyoruz.

müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize
müşfik davranmıyoruz birbirimize

boncuklar sallanır, bulutlar örter
köpekler gül bahçesine işer
bir çocuğun kafasını koparır cani
dondurma külahından bir ısırık alır gibi
okyanus bir gelip
bir giderken
anlamsız bir ayın esaretinde.

müşfik davranmıyor insanlar birbirine.


Charles Bukowski

8/08/2013

8/07/2013

Meçhul Öğrenci Anıtı-Ece Ayhan

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

Ece AYHAN

"Kimilerine göre Ece Ayhan'ın Battal Mehetoğlu için yazdığı şiirdir. Ama burada bahsi geçen 128 numaralı öğrenci Nilgün Marmara'dır."


8/04/2013

CANIM SIKINTI SINIRI-Nilgün Marmara



 Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine
bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum.
Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri
alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor.
Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım
yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe
zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının
yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını.
Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler
yığılıyor, işte yetkin eşitlik...her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden
satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana
dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.





Nilgün MARMARA

    6/03/2013

    Devlet-Kafka

    " Bürokrat için insanca ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan evrağa dönüşür. Evrağa verilen sayı ile belirgin kılınan, ölmüş bir varlık olarak evrağın akışına girer. Bu varlık, şahsen çağrıldığı zaman bile bir kişi değil, yalnızca 'olay'dır. 'Konu' ile ilgili olmayan ne varsa akıp gitmiştir. Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu duyumsar. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur ,,,"

    Franz Kafka

    5/29/2013

    Korkuluk


    Üzgünüm, sanırım yine kaybettim. Tam da buradaydı sanki, kendini korkuluk sanıyordu. Bana bunu, uzun bir konuşmanın sonunu haber veren bir es ardından, konuşmaktan yorulduğu bir anda söyledi.

    Korkuluklar da kendini insan zanneder, dedim ona. Yürüdük sonra sessizce. İçimden aradığı cevap buydu, dedim. Rüyamı anlattım ona, bir hediye sunar gibi oldu, dedim içimden. Tabii ki o duymadı bunu. Kendini korkuluk zannedenler böyledir, hiçbir cümleyi hediye olarak göremezler, sözcükleri kovmaya alışkanlıklarından. Güzel sözcükleri kovarlar, çünkü korkuluklar korkaktır. Güzelliği, iyiliği ya da şefkati, kaybolmaktan korkmayan bir ruh görebilir yalnız.

    Rüyamda dedim, bir ormandayım. Arıyorum. Neyi aradığımı biliyorum. Anılarımı arıyorum. Anılarımın tümünü bir ölüm yuttu. Bunu uyandığımda anladım. Ormanı ölümle nasıl bağdaştırdım bilmiyorum. Sık otlar, çalılar ve yüksek ağaçlar yüzünden loş bir ormandayım işte. Ormanda tüm sesler berraktır. Ormanda uyudun mu hiç, diye sordum. Cevap beklemedim tabii, devam ettim. Ormanda tüm sesler kendini çoğaltacak kadar güçlüdür. Uzaklarda öten bir bülbülün aşkına tüm kuşlar tanık olur. Sanki o karmaşanın içinde bir netliğe ihtiyaç vardır. Duyular kayboldukça, duyuş güçlenmiştir sanki. Ağacın hemen altından geçen bir hayvan olduğunda, kuşlar bir anda susuverir. Orkestranın enstrümanları birbirinin sırasını kollar. Önce bir kuş öter, sonra diğerleri katılır. Doruğa ulaşan senfoninin bir anında, bir küçük hışırtıyla sesler aniden kesiliverir. Orman tek bir organizma gibi, o küçük hışırtıya odaklanır ve biraz sonra armoni yeniden başlar ama tekrarsızdır.

    Ormana gittiğimde dinlemek için susar, yürüyebilmek için sanki kendi sıramı beklerim. Sessizlik olduğunda yürüyüşümün hışırtısının tedirgin edici olmasını istemem. Sakin sakin, alıştıra alıştıra, bazen durup sesimi sindirmesini bekleyerek bazen, ormanın armonisine karışırım.
     
    Bir ağaç buldum rüyamda,  onu yavaş yavaş öldüren bir sarmaşığa dolanmıştı ağaç. Sarmaşık ağaçla öylesine bütünleşmişti ki onun gövdesinden uzanan bir uzantısıydı sanki. İçimde çoğalan karanlıktı ve benden yitirdiklerimi farkettirmeden alıyordu. Ona bulanan anılarımı kovdukça, içimdeki ben de ölüyordu. İçimde ölen ölümdü o.

    Bir işaret bulmalıydım geri dönebilmek için. Dalını kırdım. Dönebilmemin yoluydu bu. Karışmaktan gelen korkunun önlemiydi ve böylece anılarım silindi. Orman bir anda aydınlanıverdi ve uyandım. Onu bulmak için çıktığım yolda, benliğim geri dönmem için ışıkları yakmıştı. Ama yiten bir şey vardı ortada. Dal kırılmış, anılar kaybolmuştu. Ölümlü anılar beni de götürmüştü kendisiyle. Sıfır, varlığını haykırıyordu. Artık anısız bir yokluktum ve vardım. Var mıydım?

    Derine inen sözcükler kınından çıkmıştı. Böyle durumlarda bir korkuluk susar. O da sustu. Sustuk.


     

    5/24/2013

    Bayan Lazarus-Slvyia Plath

    İşte yine yaptım
    Her on yılda bir
    Böyle bir tane beceririm
    Bir tür ayaklı mucize, tenim
    Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
    Sağ ayağım
    Tüy kadar hafif
    Yüzüm ifadesiz, incecik
    Yahudi kumaşından.
    Çözün kundağı
    Ah, sevgili düşmanım.
    Korkutuyor muyum? –
    Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
    Acı nefesi
    Ertesi gün yok olacak.
    Yakında, cok yakında
    Vahim bir öldür gücü
    Evimde, etimde olacak
    Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
    Daha sadece otuzunda.
    Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
    Bu Üçüncü Sefer.
    Ne lüzumsuzluk
    On yılda bir imha.
    Bu ne çok iplik.
    Çekirdek yiyen kalabalık
    İtişir içeri görmek için
    Ellerimi ayaklarımı çözmelerini –
    Muhteşem soyunmalar.
    Baylar, bayanlar
    Bunlar ellerim benim,
    Bunlar dizlerim.
    Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez,
    ben de onlardandım, tek tip kadın işte
    İlk seferinde on yaşındaydım.
    Kazaydı.
    İkinci seferinde istedim
    Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
    Üstüstüme kapaklandım.
    Tıpkı bir midye gibi.
    Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
    Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
    Solucanları
    Ölmek
    Bir sanattır, herşey gibi.
    Özellikle iyi yaparım.
    Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
    Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
    Sanki gider gibi bir davete.
    Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
    Ölmek ve kımıldamamak
    Ölüyü oynadığım tiyatroda sır/nın gelmesi gibi
    Güneşli bir günde geri gel
    Aynı yere, aynı yüze, zalim
    Eğlenen çığrışlara:
    ‘Mucize!’
    İşte bu yere yıkar beni.
    Ama bir bedeli var.
    Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
    Kalbimi dinlemenin —-
    Hakikaten çalışıyor.
    Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
    Bir sözün, veya bir dokunuşun.
    Ya da biraz kannımı akıtmanın.
    Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
    Eee, Herr Doktor.
    Eee, Herr Düşman.
    Sizin eserinizim ben,
    Paha biçilmez,
    Altın topu bebeğinizim
    Bir çığlığa eriyen
    Dönüyorum ve yanıyorum.
    Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımi sanmayın.
    Kül, kül –
    Külü eşele bak.
    Etten kemikten eser yok—-
    Bir kalıp sabun
    Bir nişan yüzüğü
    Altın bir diş.
    Herr Tanrı, Herr Şeytan
    Savulun
    Savulun.
    Küllerin arasından
    Doğrulurum kızıl saçlarımla
    Ve çıt/r çıtır adam yerim.

    5/03/2013

    Mavi Kuş-Gülten Akın

    eşya, hayır istemiyorum
    artık istemiyorum eşya
    dünyanın sesini kesiyor
    süreğen bir uğultuyla
    bizi sarmalayan sesini
    eşya 'tık' diyor, ya da 'trak'
    hayır artık onu istemiyorum
    denizin saldığı ebruli kabuk
    baygın portakal
    şakacı dalgalar, anaç kumsal
    ... gülün gerinerek
    kumdan başını çıkaran çiçek
    dalına sıkıca tutunan elma
    çözülüp dökülen nar
    kuşlar
    onları duymayalım
    yok, eşya yok artık
    demir pas, kalın camlar, kunt plastik
    bitsin bu gürültücü saltanat

    Gülten Akın, Mavi Kuş

    4/13/2013

    kendime yolculuk

    Oturup bir kafeye yenilenir gibi Tezer Özlü okudum yine. Uzun süre unuttuğum kendime geri dönüş...Yalnızlığa yakın olmanın soğuğu öyle bir esiyor ki kitaptan, başkası için korkutucu olan o devi, canavarı uyandırmaktan korkmayan benim gibi biri için kendini hatırlamak, kendine geri dönüş umudun kendisi.

    Sonra etkilerini hissetmeye başladım; kendimi insanları izlerken yakaladım, yanıbaşımda sorular sorup cevaplar bekleyen biri varken hem de. Sonra göçebe yaşamımı, aidiyetsizliğimi, yeni taşındığım şehri, yeni işimi, yabancılığımı sevmenin rüzgarını duydum yüzümde birden...Belki de ona sürükleyen şey tam da buydu. Bu dünyada hiçbir yaşam bize ait değildi, biz hiçbir şeyin parçası olamayacak kadar yaşamı ciddiye alan ciddiyetsiz insanlardık.

    Onun, Pavese'nin, Kafka'nın izini sürmesi gibi benim de içimde aynı izci duygular kabardı. Ama onun doğası gereği bu, dolaştığı, yaşadığı yerlerde solumakla değil, yaşamın kendisiyle mümkün; düşüncelerle, duygularla...Düşüncelerin izini sürmek, derine, daha derine inmekle...

    İçinde kaybolduğum için güzelleşen, sokaklarını arşınladığım yabancı kentte, girdiğim kitapçıda elimin ona uzanması şans mıydı? Kendimde kaybolmayı o küçük kasabada mı unuttum? Kendimde kayboldukça yabancılığımı hissetmelerinden ürktüğümden mi? Aralarına karışmak için taşıdığım maskelerin düşüşü kaybolabilme özgürlüğümden mi? Yalnızlık kendine yolculuğu uzatır. Kimi zaman korkutucu bir aynadır, kimi zaman bir keşif...

    Bana monoton yaşamımı hobilerle renklendirmemi salık veren insanların söylediklerini düşündükçe, bu nasıl bir hırs diyesim geliyor. Varlığımın kendisinin bir lüks oluşu yeterli değil miydi? Aranızda kalmayı becerebilmem, benim standartlarımda üstün bir yetenek. İzleyiciler ve alkış. Hayatımız alkışlanmak için uydurulmuş bir vodvil gibi. Daha daha daha...Bunlar yetmedi bana, bak bunu da bunu da başardım. İşte ödüllerim. Koca, çocuk, bak bana ne kadar da benziyor. Alkış. Bak bu işten sıkılıp şunu da kotardım. Alkış. Yeni arabam, evim de şahane.

    Onun gibi ben de hikayesini anlatabileceğim kişilerin peşinden mi sürükleniyorum? Bana ait hissettiğim yazarların, bana ait olmayan insanlarla karikatürleştirdiğim yaşamım...Bir çay daha...Yan masada felsefe öğrencisi oldukları kullandıkları sözcüklerden belli bir grup var. Anlayışlı bir gülümsemeyle yan masadaki çocuk masamdaki şekere uzanıyor, irkiliyorum haliyle. Kitap okuyan kadın çekiciliği diye bir şey var, anlıyorum bakışından. Yanlızlıktan ne kadar da ürken bir toplumuz öyle. Kendi başına yaşayan insan görüntüsü çizmem, hep ürkünç gelmiştir başkalrına. Özellikle de konuştuğum kadınların gözlerinde hep aynı korku parıltısı şavkıyıverir. İnsanlar neden kendilerinden bu kadar korkar?

    Kendi kendimize yüklediğimiz bir yükmüş yaşam. Cesaretli olduğum için suçlu muyum, diye sık sık sorarım kendime. Başkaları gibi hayatımda bir aile olabilirdi, sırtımı başkalarının bana yüklediği sorumluluklara dayayabilir, yaşadığımı sanarak da yaşayabilirdim. En azından o sorumluluklar içimdeki sesleri bir nebze susturabilirdi. Böyle denemeler yaptığım, kendim olmayı unuttuğum bu tür tüm denemelerimde kazanan tataf ben oldu. O kadar güçlü ki onu susturabilmenin bir yolu yok.O ufacık bir çocukken bile bir fotoğraf karesine eli belinde, dağları yaratan özgüveniyle sığmış bir bendi. O beni taşıdığım her anı hatırlıyorum ve kendimden başkasını sevmediğimi itiraf ediyorum. Egoistçe değil ama farkında olarak, her yaptığımı bilmenin verdiği sevmek bu. Kendimi o kadar iyi tanıyorum ki, bu bazen müneccim gibi hissetmeme neden oluyor. Kendimden çıkarak başkalarını tanıyorum, kategorilere ayırıyorum ve en sonunda da tanıdıklıklarından, farksızlıklarından içim bulanıyor. Kendine yolculuk ne uzun.



    öylece

    yaşamın hiçbir alanında ihtiras sahibi olmamak, yalnızca öylece sevmek....

    3/14/2013

    Kafka Dokunuşlu Kadınlar

    Kafka kelimesini ilk defa 90'lı yılların 3.sınıf bir Türk filminde duydum. Manken bozması erkek jön yanlarından jölelediği yarı uzun saçları ve lambada filmi çakması izlenimini iyi veren taytıyla kızın odasına dalıyordu. Yabancı uyruklu kızın yatakta uzanışı tıpkı bir porno film havasına sokmuştu güzelim filmi. Yatakta uzanmış kızın elinde bir kitap vardı, adam odaya girince ne okuyorsun diye sormuştu kıza. Kız da Kafka, dedi. Sever misin? Ben bayılırım. Ardından öpüşmeye başladılar. Gerisini nedense hatırlamıyorum ve bu kısmı her nedense hatırlıyorum. Kafamdan geçen cümleyse şuydu: Ya bu yazar bu kızın diline düşecek kadar ucubeydi ya da senarist kimsenin bilmediğini tahmin ettiği bir yazar aramış ve ukalalık taslamak için bu ismi oracığa yerleştirmişti. Bu olay O'nun filmi tiye alış şekli miydi?

    Bunu yıllar boyu düşündüm ama Kafka okumayı düşündüğümde ya da O'nunla ilgili bir yazıya rastladığımda ergenlik dönemim boyunca sırf bu film yüzünden hep kaçındığımı sonradan anladım.
    Ta ki Tezer Özlü'den okuyuncaya dek. Şimdi baktığımda aslında Kafka'dan çok az bahsettiğini biliyorum. Ama kitabına konu olan o umursamaz macerada, yabancıları tanıdığı insanlara tercih edişini söyleyişinde o kadar çok iz vardır ki. O umarsız yalnızlıkta sadece iki isim vardı. Pavese ve Kafka. İkisinin de peşine düştüm ama Kafka bana beni gösterdi.

    Kafka beni Metamorfozis'le biraz silkeledi. Asıl anlamamı sağlayan şey Şato veya Dava da değildi. Onlar hikayeyi yazdılar. Umutsuzluğunu, hüznünü, insanlık trajedisine en yalın bakışını gösteren Cezalılar Kolonisi'ydi. Bazıları o kadar çaresizdir ki hiçbir şeyin parçası olamayacak kadar yaşamı ciddiye alan ciddiyetsiz insanlardır. Dünyanın sonunu gören bir kâhinin, yaşayışı ne kadar tatsız olursa Kafka da öyleydi, tüm karakterleri gri bir şehir içinde renklerin var olduğunu söyleyip başkalarının onlara yönelttiği deli bakışları arasında hiçbir şeyi değiştirmeye uğraşmadan dolanıp duruyorlardı sadece. Okuyucuya yaşadığı dünyanın aptallığını göstermenin en güzel yoluydu bu ve ben okurken üşengeçliğin tüm insanlık tarihine karşı bir küfür olduğunu görmüştüm onda.

    Kafka dokunuşlu kadınlar nereden mi çıktı? Kafka'nın kadın ruhunu görüyor olmamdan. Tabii ki ilk gören ben değilmişim. Şaşırmadım ama bu kişi Tezer Özlü'ydü yine. Bir makalesinde bundan bahseder ama aynı etkiyi birçok kadın yazardan hissettim. Bunu öğrenmeden önceydi ve onlar bana Kafka kadar muhteşem görünüyorlardı. Marguerite Duras, Adalet Ağaoğlu ve Latife Tekin. Tümünü özetleyecek şey olayların kalabalığını eleyen bir sis perdesi. Bu sis Dava ve Şato kadar gri. Okuduğum kötü Kafka taklitlerinde özentili yazar metaforları sıkıcı bir şekilde tekrar edip dururdu. Hayır Kafkavarileşmek böcek, karga, labirent metaforlarından fazlasıydı. Kafka rüyalardaki gibi içsel bir konuşma kullanırdı, okuyucuya açıklamak değil okuyucuyu olaya sokmak isterdi. Bir rüyadaki gibi daldan dala atlar ve böylece yazma işini bile ciddiyetsizleştirerek kendini de küçümserdi. Çünkü hepimiz kusurluyduk, mükemmellik taslayan bir yazının yalan söylediğini anlamak kolaydı.
    Kafka dokunuşunu sadece kadınlarda buldum ve yalnızca bu kadınlarda. Bunun bir sebebi olmalıydı ve sonradan okuduğumda anladım ki bunu hissetmem boşuna değildi....

    Devamına.....

    3/11/2013

    Didem Madak

    ...
    Keşke susmanın muhabbet kuşu olaydım.
    Ters Pinokyo olmak istiyorum Gepetto Usta
    Kötülüklere boğulup
    İnsanlıktan çıkmak istiyorum artık!
    ...
    Kafam karışık ama Yetişir!
    Bir beyaz balinanın karnında uyumak istiyorum artık.
    Camdan papuçlarım kırık
    Prens de bulamaz beni artık.
    Hayata söyleyin bundan sonra gitsin
    Anlamını masallarda arasın
    Hay!
    Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım
    Da çiçekler açsın ruhunuz.
    Hadi alkışlayın!
    Biliyorum hala biraz safım.

    Keşfettim
    Küçük ruhlarınızdaki büyük Amerika’yı
    Hadi alkışlayın!
    BU SİZİN BAŞARINIZ.

    Didem Madak

    1/16/2013

    Çoban

     Her şey bir resimle başladı. Bir yolculukta karşılaşılan, yanlışlıkla bavuluma tıkıştırılmış bir resim.

     Elinde bir asa. O asanın hissettirdiği hükmedici bir ölüm.Yolculuğun sonundaydı.

    Kendi intiharına giden İsa gibi zayıf mıydı ya da vazgeçiş miydi o? İntikamın farklı bir yolu muydu yoksa ipi boynuna dolanmış öfkesi?

    Peygamber asası bana bunu fısıldamıştı, iyiliğin buyurganlığını. O elmayı yeme ya da sadece oku der gibi.

    Yolculuğun sonu kargaşaydı. Elinde asa gibi tuttuğu ağaç dalıyla minik çoban ardında uzaklarda bırakılmış koyun sürüsünü güttüğünü söylüyordu yüzündeki durgunlukla. Yeterince güdüldüklerini. Uzaklaştığını ve hikayelerin hep böyle olduğunu, sadece izlediğini söyleyen ifadesiz yüzüyle.

    Suyu aksi yöne karıştırdığında durulur, dedi. Denge başka bir kaostan doğar, dedi. Doğruydu. Kaos durulurken kalan tortular yıpranmış birer oyuncaktır sonunda.

    Yolculuğun sonu büyük bir çadırdı. Bir ölüm çadırına doluşanlar içinde ağlaşırken kalabalığın homurdanıp susuşu ve tekrar soluk alıp anlaşılmaz vızıltılarla...
    Suçlamanın kalabalığı işte böyle gevezedir. Homurdanır, konuşur fısıltılarla. Çobanın alıkoyduğu koyun yalnızdı oysaki. Suskunluk çaresizken; katl avukatlık ister, suçsuzluk değil.

    Yolculuğun sonu birinin seçimiydi. Çoban yanında sadece bir koyunu alıkoymuştu. Sizden korudum der gibi...

    Sırpuhi Düsap-Dekolte Edebiyat



    Sırpuhi Düsap ve Dekolte Edebiyat
    Sırpuhi Düsap, Ermenice yazan ilk kadın romancı. Yazar, romancı, gazeteci, konuşmacı ve eylemci olarak bütün davasını kadının eğitimi, gelişimi, özgürleşmesi ve haklarını savunabilmesi meselelerine adamış. Feminizm aracı olarak roman yazmayı seçmiş. 

    Pazartesi
    13/05/2004    


    BİA (İstanbul) - 1900 yılında Oriental Press'te çıkan bir yazıda,"İtiraf edelim ki, Ermeni kızları artık evi çekip ;evirmeyi bilmiyor," diyerek genç kızların hastalığının roman okumak olduğu ve kızların okumaya yönlendirilmeye başladığından beri kitap okumayı yemek pişirmeye, ev işine tercih ettikleri belirtiliyor.

    İşin kötüsü, yazıya göre bu şekilde romana dalan kızlar, "ciddi" kızlara da kötü örnek olup, onları da baştan çıkarıyorlar. Sırpuhi Düsap da bu dönemlerde, Avrupa'daki feminist hareketlerden de etkilenerek, yaşadığı topumda, "kadın özgürlüğü" mücadelesini romanları, yazıları ve eylemleriyle canlandırmayı hedefleyen bir Ermeni kadını.

    Bu yazıda, Düsap'ı ve döneminin koşullarında verdiği mücadelenin içeriğini, Düsap'ın fikirlerinin nelerden etkilendiğini ve bunun nasıl algılandığını ele almaya alışacağız.

    Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi, modernleşme çabaları sırasında yapılan tartışmaların en önemli nesnesi kadınlar. Öyle ki, birçok yazıda, kadınların yeni hayat tarzının sınırları, kadının "çağdaş" hal ve tavırlarının nasıl olması gerektiği, toplumun önde gelen isimleri tarafından tartışılıyor.

    Geleneksel toplumdan modern hayata geçişte kadınların üstlerine düşen görevleri verili reçetelere uygun olarak yapması son derece önemli. Aksi takdirde, yazıyı kendi feminist fikirlerinin aracı olarak kullanan Düsap gibi"dekolte" edebiyat yapmakla ve toplumun değerlerini hiçe saymakla suçlanabiliyorlar.

    Örneğin, Düsap'ın ailenin, evliliğin, ev hayatının kadınlara getirdiği baskıları birazcık olsun sorgulamaya kalkışması, "batılılaşma uzmanları"nı hemen harekete geçiriyor.

    Öyle ki, kadının modern olayım derken kendini kaybedip, fazladan dekolte giyinmesi ve "yanlış" modernleşme sergilemesi gibi, Düsap da romanlarıyla haddini aşıp "dekolte edebiyat" yapmakla suçlanıyor. Yani, bir kadın olarak, "ciddi" edebiyattan uzak, kadınsı duygularla "ikinci sınıf" edebiyat yapıyor.

    Sırpuhi Düsap, Ermenice yazan, bilinen ilk kadın romancı. Yazar, romancı, gazeteci, konuşmacı ve eylemci olarak bütün davasını kadının eğitimi, gelişimi, özgürleşmesi ve haklarını savunabilmesi meselelerine adamış. Feminizmin, yaşadığı toplumdaki kadınlar arasında yankı bulmasında öncü olan ve bunun aracı olarak roman yazmayı deneyen bir kadın.

    Fransız Devrimi'nin ilkeleri (özgürlük, kardeşlik, eşitlik ) Avrupa'da ilk feministler tarafından sadece erkekler arasındaki eşitlik ve kardeşlik kavramlarını içerdiği ve bu davada en az erkekler kadar mücadele etmiş olan kadınların yok sayıldığı için eleştirilirken, bütün bu hareketleri yakından izleyen Sırpuhi, bu fikirlerden de oldukça etkilenerek, yaşadığı toplumdaki kadınların da durumunun iyileşmesi ve varolan eşitsizliklerin değişmesi gerektiğine kuvvetle inanır. Bu nedenle sıklıkla kadınların sorunlarını gündeme getirir. Romanlarında hep kadını ve onun toplumsal yaşamdaki yerini irdeler.

    Sırpuhi Düsap (Vahanyan) 1841 yılında İstanbul'da (Ortaköy) doğar. Bir yaşında babasını kaybeden Sırpuhi'nin eğitimiyle annesi Nazlı Vahan ilgilenir. Nazlı Vahan, zamanına göre iyi eğitim almış, Ermenice, Fransızca ve Rumca'ya hâkim, aynı zamanda yardım kuruluşlarında da çalışarak genç kızların eğitimine yönelik girişimlere büyük emek vermiş bir kadındır.

    Sırpuhi, on yaşına kadar Ortaköy'deki özel bir Fransız Okulu'nda eğitim görür. Ayrıca, dönemin aydın kişilerinden biri olan ağabeyi Hovhannes'den de Fransızca, doğa bilimleri ve tarih konularında dersler alır. Böylece Sırpuhi, çok küçük yaşlarda Fransızca, İtalyanca ve Rumca'ya hâkim, çok iyi piyano çalan biridir. Ancak, ana diline ve kültürüne olan yabancılığı eleştirilir. Güzel bir tesadüf onu ünlü bir yazar ve şair olan Mıgırdiç Beşiktaşlıyan ile tanıştırır. Beşiktaşlıyan'dan Ermenice dersleri almaya başlar. Kısa sürede ana dilinde şiirler dahi yazar.

    Sırpuhi Düsap'ı tanıyabilmek ve eserlerinin ruhunu kavrayabilmek için sadece Avrupa'daki yenilik ve feminizm hareketlerini değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nda başlayan yenileşme hareketlerini ve bunların Ermeni toplumundaki yankılarını da incelemek gerekir.

    1839 yılında Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilere, dini inançlarında ve eğitim-öğretim işlerinde, geçmiş yıllara kıyasla daha özgür bir ortam sağlanır.

    Okumak üzere Avrupa'ya, özellikle de Fransa'ya gidip İstanbul'a dönen bazı gençler, Fransız Edebiyatı'nın etkisinde kalarak Ermeni Edebiyatı'nda yeni bir akım başlatırlar. Ermenilerde Tanzimat hareketlerinin etkili olmasında bu gençlerin payı büyüktür. Fikirlerini basın, okul ve tiyatro yoluyla halka yaymaya çalışırlar. Sadece edebiyatta değil toplumsal yaşamda da değişiklikler olur.

    Tanzimat Fermanı'nın ilanına kadar Ermeni toplumunun bütün işleri amiraların ve patriğin yönetimindedir. Halkın, hiçbir konuda söz hakkı yoktur. Fakat Tanzimat hareketleriyle yavaş yavaş uyanan halk, kendi haklarını aramaya başlar. İsyanlarla şikâyetlerini dile getirir. Nihayet 1847 yılında padişah fermanıyla Ermenilere ait işlerin yönetiminde bir düzenleme yapılır. Biri dini diğeri de sivil yaşama ait işleri yürütmek üzere iki kurul oluşturulur.

    Sırpuhi, "geçiş dönemi" diye adlandırabileceğimiz bu yıllarda çocuk yaşlardadır. Sırpuhi'nin yirmili yaşlarına denk gelen 1850-1860 yıllar, Ermeni Edebiyatı'nda "Zartonk (Uyanış)" dönemidir. Bu dönemde yeni okullar açılmış, çok sayıda dergi ve gazete yayımlanmaya başlamış, piyesler ve nutuklarla yeni fikirlerin geniş kitlelere ulaşımı sağlanmıştır.

    Sırpuhi Düsap, hem aldığı eğitimle Avrupa'daki yenileşme hareketlerini takip eder, yabancı yazarların eserlerini okur, hem de ait olduğu yüksek sınıf nedeniyle İstanbul'un aydın kesimiyle tanışır. Bütün bu yenileşme hareketlerine rağmen, yaşadığı toplumdaki kadınların durumunda hiçbir iyileşme olmamasından da son derece rahatsızlık duyar. Sırpuhi, piyano dersleri aldığı Fransız piyanist Paul Düsap ile 1871 yılında evlenir. İki çocuğu olur.

    Fakat ne evliliğin ne de anneliğin yüklediği sorumluluklar onu Ermeni kadınının sorunlarından uzaklaştırmaz, aksine ele aldığı konular genellikle evlilik, annelik, aşk ve kadın sorunları üzerinedir. Sırpuhi Düsap da, annesi gibi yardım kuruluşlarında çalışır. Modernizmin temel taşlarından biri olan eğitim, Sırpuhi'nin önem verdiği bir konudur.

    Çalıştığı kuruluşlardan biri de, Ermeni kızlarını eğiten ve öğretmen yetiştiren "Tıbrotsaser Hayuhyats Ingerutyun"dur (Okulsever Ermeni Kadınlar Birliği). Sırpuhi Düsap, İstanbul ve İzmir'de yayımlanan çeşitli gazetelere yazdığı makalelerde, her yönden baskı altında tutulan, ekonomik ve toplumsal özgürlüğü olmayan kadının durumunu sorgulamıştır. Hayatı boyunca, kadınların birlik olduklarında, haklarını elde edeceklerine inanmıştır.

    1883'te yayımlanan "Mayda" adlı ilk romanında toplumsal konulara değinir. Henüz romantizmin etkisini taşıyan Batı Ermeni Edebiyatı'nda, bu roman içerdiği fikirler açısından oldukça cesur bulunur. Mayda etrafında dönemin gazetelerinde oldukça yoğun tartışmalar yapılır. Romanın geleneksel ve "doğal" kabul edilen kadın rollerini sorgulaması, Kirkor Zohrap gibi önemli isimleri bile rahatsız eder.

    Düsap ise fikirlerine bu derece tepki verilmesini doğru yolda olduğunun göstergesi olarak kabul eder. Bu eleştirilere cevaben iki roman daha yazar. Önce "Siranuş" (1884) daha sonra da "Araksia veya Öğretmen" (1886). Düsap üç romanında da kadının eğitimine ve iş hayatındaki ilerlemesine engel olan toplumsal baskıları işler. Kadın-erkek eşitsizliğini vurgular.

    Ona göre kadınlar ancak evin dışında çalıştıklarında ve sosyal yaşama katıldıklarında, özgürlüklerini elde edebilirlerdi. Ancak eğitim ve iş sayesinde kadınlar zincirlerinden kurtulup özgür bireyler olabilirlerdi. Para kazanıp ailenin geçimini sağlamanın sadece erkeklerin görevi olduğunu düşünen ve çalışmayı küçümseyen kadınları eleştirdi. Evlilik hayatında kadının kocasının kölesi olmadığını, kadın- erkek eşitliğinin bu kurumdaki önemini dile getirdi. Yazılarında, kadınların ancak kendi haklarını savunduklarında, fikirlerini ifade ettiklerinde, düşündüklerinde, ve ürettiklerinde özgürleşebileceklerini belirtti.

    Düsap, 1889 yılında tedavi amacıyla Paris'e gider. Orada kaldığı iki yıl boyunca edebiyat dünyasını yakından tanır. İstanbul'a dönüşünde on dokuz yaşındaki kızı Dorin'i veremden kaybeder. Bu acı olaydan sonra edebiyattan ve yaşamdan kopar. Kişisel arşivini yakar. 1901 yılının Ocak ayında vefat eder ve kızının yanına gömülür.

    Sırpuhi Düsap, fikirleriyle kendisinden sonraki birçok Ermeni kadın yazara yol açtı. Onun açtığı yolda Zabel Asadur (Sibil), Anayis,Hayganuş Mark, Zaruhi Kalemkeryan , Zabel Yesayan gibi yazarlar mücadeleye devam ettiler. Ünlü yazar Zabel Yeseyan (1878-1934),"Silihdari Bardeznerı (Silihtar Bahçeleri)" adlı anı kitabında, ilk gençlik çağlarında kadın arkadaşlarıyla birlikte Düsap'ın yazılarını okuduklarını, kendi deneyimleri ve maruz kaldıkları haksızlıkları tartışırken bu yazıların etkisinde olduklarını anlatır.

    Sırpuhi Düsap, modernleşme çabaları içinde kadın kimliği etrafında yapılan tartışmalara bir kadın olarak etkin bir şekilde katılmış ve şimşekleri üstüne çekme pahasına "savuncalı roman" (roman a these) tekniğiyle yazıyı "iyi edebiyatçı" olma iddiasıyla değil ama fikirlerini duyurmak için bir "araç" olarak kullanmış ve kadının düşük konumuna sebep olan önyargıları, statükoculuğu kırmaya çalışmıştır. (YS/BB)

    * "Sırpuhi Düsap ve Dekolte Edebiyat" HAY-GİN Kadın Platformu tarafından derlendi; Pazartesi dergisinin Mayıs 2004 tarihli 90. sayısında yayımlandı. 

    Bekleme Salonu



    Birbirine çarpıp enerjisini aktaran ve aynı enerjide karar kılan parçacıklar gibiyiz. Her insan birbirinin ruhunu alıp kendiyle şekillendiriyor başkalarını ve zamanla şekiller birlikteliği renksiz, saydam, özünü kaybeden ortak bir görünüşe bürünüyor. Sonunda kendisi hakkında hiçbir şey söylemeyen her şey, aynılaşıyor. Ne kadar azsa farklılık kabullenebilirlik de o kadar fazla. Gizi kalmayan bu dünya, yeni gizleri beklediğini bile unutmuş...

    Bekleme salonlarındaki insanların hali gibi. O an bir dergidir elinizdeki, içindekiler çoktan eskitilmiş, aslında önemsiz, herkesin bildiği ama bildiğini bile unuttuğu şeylerle doludur. Bir an geçmişle gelecek arasında kalmış gibi o eski derginin çağrışımlarıyla beklediğiniz şey arasında, kocaman bir boşlukta asılı kalmış hissedersiniz. Ne beklemekten, ne de anılardan cayamadan belki bir saniyeden az, belki de icat edilmemiş bir dolu zamandan fazla, sınırsızlığını haykıran zamanı yaşarsınız. Beklemeye mecbursunuz, o kapı açılmalı ve içeriye adım atmalısınız. Beklemek kafanızda kazılı bir imgeyken sonsuzluğu yaşarsınız. Hep aynı noktanın etrafında dönen harelerin ya da bir pervanenin ışığa kavuşma heyecanı gibi. Siz böylesine bekliyorken başkalarının heyecansızlığı içine çeker bir yandan sizi. Yaşamın kendisi gibi, yaşamın varoluş nedeni gibi.

    Varoluşumuzun büyük patlamasından, aynı başlangıca denge için ulaşmanın kıyametini beklemek arasındaki sürede yaşamak yani. Bizi insan kılan bu duygu mu? İki yokluk arasındaki bekleyişte sonsuz bir devinim ve bunun korkusu.

    Yok olma korkusunun bekleyişiyle, bir zamanlar o bekleme odasında olduğumuzu ispata ulaşma çabası. 
    Dergideki eskimiş hatıraları biliyor olma ortaklığında birleştik belki yüzlercemiz. Yüzlerin ortak hatıraları yazılara dönüştü, ölüm korkusunun birer bekleyiş hikayesiydi bunlar belki de. Ya da sözcük konsomatrisleri vadı aramızda, sözcükleri süsleyen konsomatrisler. Bir masadan diğerine sözcükler servis edilirdi. Masadakileri kendi baskın hikayesiyle sustururdu belki de. Seslenen sözcüklerle dinlemeye susardı çoğunluk. Savaşlarımız da hep böyle başlamadı mı? 

    Ya da birimizin öyküsü diğerinin orospusuydu ya da sadece susturabilen diktatörler yazar oldu. 
    İşte yine o bekleme salonu. Elinizdeki dergi size ait olmayan ama tanıdık o kadar. Her fırça darbesiyle birbirine karışma ve sonunda aynı renkte buluşma. 

    Beyaz bir dengede ve artık sözcüksüz.

    Bekleyen bir dünya. Mat. Hareketsiz. 
    Anlatacak hiçbir şeyi olmayan kendini zamanın ahengine bırakmışlık duygusu.

    Kilitlenmemiş kapıların ardındaki gizlerin korunmuşluğu...